dosya : satranç
satranç bize çok küçükken öğretilen bir oyun. oynanması basit, belirli kuralları var. hani tavla değil de, satranç gösterirler bize küçükken. sekiz çarpı sekiz bir alan, toplam 64 kare. iki renk, on altışar taş. bu taşların sekiz tanesi piyon falan. yani bir strateji oyunu aslında. üstelik bir ekran kartına ya da iyi bir makineye ihtiyaç duymuyorsun. ben de bu oyunu çok küçükken öğrenmiştim. asla iyi bir oyuncu olmadım, sadece kurallarını çok çabuk ezberledim.
ilkokulda bu yüzden benim bu oyunu çok iyi oynadığımı zannediyordu herkes. dediğim gibi iyi oynamıyordum sadece çabuk anlamıştım. zorla sokulduğum satranç kulübünde de geleni geçeni tokatlamıştım. ilerleyen senelerde artık kimin aklına geldiyse, il bazında bir turnuvaya okulu temsile gönderildim. aslında bunu hiç istememiştim. kaçınmak için elimden geleni yapıyordum. yahu her hamlesi max üç saniye süren satranç oyuncusu mu olur? taktik yok, strateji yok. gözüme kestirdiğim taş nereye hareket edebiliyorsa oraya oynuyorum. bugün bile, online satranç oyunlarına anlık girdiğimde aynı şekilde davranıyorum. kusura bakmayın, o kadar düşünemem yani. onu kasparov falan düşünsün. bizim rota acele işler.
neyse efendim, okulda iyi bir arkadaşım olan berke de çok iyi oynuyordu bunu. zaten ilkokul boyunca aramızda gereksiz bir rekabet yaratılmıştı, bu başka bir yazının konusu. berke hoca da iyi kesiyordu bu satranç işini ama çok kararsız olduğu için hamlelerde düşünüyordu. okul büyük ihtimalle beni gözüne kestirmişti zaten, ancak berke'nin annesinin ısrarlı çabaları sonrası bir seçim ortamı oluştu. ortam dediğim de, bundan sorumlu hocanın berke ve benim aramdaki maçı izleyip karar vermesi yani. berkem be keşke tokatlasaydın o gün beni. neyse başladık oynamaya, ben yine milisaniyelik hamleler yapıyorum. yani yenileceğim diye kasmıyorum ama inanılmaz ezbere oynuyorum. hoca zaten yine büyülendi; "aman tanrım dahi bu çocuk" moduna falan giriyor. berke hoca dakikaya kadar uzatıyor işi, benim karşılık anında. neyse berkem telaş etmeye başladı. basit hatalarla çok açık verdi. ben de o an dayanamadım, maalesef mağlup ettim kendisini. adam başladı ağlamaya, ben de diyorum üzülme ya ben gitmek istemiyorum. hoca diyor ki; "hayır hayır sen gideceksin." gitti bizim bir cumartesi günü tabi ki. sabahın köründe kalkıp, turnuvanın yapılacağı koleje gittim.
kolej de şu an fetöden kapanmış olabilir ehehe. neyse efendim yüz küsür çocuk var, herkes okulunu temsile gelmiş. ben hiç ciddiye bile almıyorum meseleyi. ilk turda bi kız geldi karşıma, deli gibi kapıştık yalan değil. uzun uzun mücadele ettik. oynamayı iyi biliyordu, ben de işte klasik hamlelerle karşılıyordum. oyun uzadıkça çok sıkılmaya başladım. en sonunda yedim kızı. aldık bir puanı... şov başlıyor. sonraki tur da kurada bay geçmişim oldu sana iki puan. bir anda üst sıralardayız. ancak tokatçılarımın gelmesi çok uzun sürmedi, biraz benim düşünmekten de yorulmam sebebiyle gelen çaktı, giden çaktı. çoban matı bile yemişim ahahah. hocanın da morali bozulmaya başladı; "niye böyle oldu ki?" diyor. napayım yani alla alla. öğle yemeğinde de, benim yemediğim bir şeyler var sandviçlerin arasında. minik bir kriz çıkarınca da hoca iyice bana kuruldu. nefretle hareket etmeye başladı. öğle arası bitti iki maç daha var, sonrası artık eleme sistemi tabi. ilkinde yine yedim küsküyü. sonraki tur karşıma çok küçük bir çocuk çıktı. birinci sınıf veya ikinci sınıf yani. ben de o zamanlar altıncı veya yedinci sınıfım. allah beni kahretsin. çocukla dalga falan geçmeye başladım, yan masadakilere falan espri çakıyorum; "ah be oğlum diyorum, üçüncü puanımı da alırım senden herhalde ehehe." o da yaşına başına bakmadan; "iyi olan kazansın abi, katılmak önemliydi" gibi cümleler kurmasın mı? çok büyük bir özgüvenle girip, çocuktan dayağı yedim o masada tabi. aslında oyun dönebilirdi ama zaman uzuyordu. hele ki, uzadıkça kameranın bizi çekme ihtimalini de hesap ettim o ara kafamda. eğer çeviremezsem, hoca büyük ihtimalle ekranda beni bu veletle kapışırken görürse iyice çıldıracaktı. maçı iyice satıp sıvıştım. çocuğu tebrik falan ettim. geldim kulise sonra, kameraya çıkmamışız ehehe. dedim hocaya; "son sınıflardan bilen biri geldi yine malesef direnemedim" falan dedim. adam da umudu kesmişti zaten benden. o şekilde rezil rüsva olarak ayrıldım turnuvadan. sonuncuların hepsi iki puanlıydı, benim bir puan da bay geçtiğim turdan gelmişti. yani dümdüz sonuncusu olmuştum turnuvanın. yine de ilk maçta yendiğim kızın, ilk ona girdiğini görünce de bi sevinmiştik. işte mentali erken kaybettik maaalesef. bu kadar düşünemezdim çocuklar kusura bakmayın.
o gün beni yarışmaya götüren hoca ile seneler sonra, lys'de karşılaşmıştım. herif hatırlamıştı hemen beni, bakışlarından da o güne gittiğini anlamıştım. yine de bol bol selam olsun.
satrançla ilgili bir başka anım da, aslında satranç ile alakasızdı. üniversitenin ilk senesi eve çıktığım beşliyle; "eve ilk kim kız getirecek" şeklinde ufak bir rekabet dönüyordu. aramızda en sessiz ve en bizden olmayan denizlili eleman getirmişti. getirmek dediğim de, odaya yani salona girdiğimizde kız ile satranç oynuyorlardı. biz dört kişi şokanzi olmuştuk. böyle de romantik anlar yaşatabiliyor hayat. yani o gün, kampüsten inişimiz ve eve yürüyerek gidişimizi hatırlıyorum. denizlili akşamcıydı, biz de sabah giriyorduk dördümüz. zaten hepimiz yabancı dillerdeyiz. nasıl bir dağılımsa, hepimiz de ayrı sınıftaydık. işte finalde buluşup evimize yürürken, yolda şakalaşma falan olduydu. sonra eve girdiğimizde, salona oturacakken tam o anda denizlili eleman ve kızın yemek masasında satranç oynamasına denk gelmiştik. inanılmaz bir andı gerçekten. kapının pervasından dördümüzün kafası bremen mızıkacıları gibi üst üste çıkmıştı. değişik de bir kurulma gerçekleştirmiştik çocuğa. sonra hep beraber batak oynamaya gitmiştik. satranç ile ilgili bir gündü tabi...
şu an hala satranç oynamayı çok iyi biliyorum. ancak yine de, iyi bir oyuncu değilimdir. arada az bilen birini yakalayıp sonra da yenip ego kasmam lazım. nihayetinde zeka oyunu diyorlar... bu da aklımdaki bir başka konuydu işte.
Yorumlar
Yorum Gönder